Bu sıradışı bilgiselimizde, İran devrimi üzerindeki şalı kaldıracağız ve İran devriminin bilinmeyen yüzünü yani gerçek yüzünü tüm çıplaklığıyla ortaya koyacağız. İlk etapta batı karşıtı olarak bilinen İran devriminin batı tarafından kurgulanıp gerçekleştirildiğini göstereceğiz. Daha sonra İran ve İsrailin düşman görünümlü iki dost devlet olduğunu, tarihi arka planıyla birlikte açıklayacağız. En sonunda, İran İslam devriminin İslam devrimi olmadığını, İslam görünümlü Fars devrimi olduğunu, özünde islam karşıtı olduğunu, kadim fars medeniyetin intikamını amaçladığını ortaya koyacağız. ilk defa duyacağınız gerçeklerle yüzleşmeye hazır mısınız? Haydi bismillah.
İran devrimi konusunda şimdiye kadar bize çizilen tablo devrimin bilinen yüzü ve bize 40 senedir anlatılan masallardan ibarettir. Ama biraz araştırıldığında, bu tablonun gerçek olmadığı, İran Devrimi’nin baştan sona bir batı projesi olduğu çok net bir şekilde görülür. Bu tespit Sünni’ler dahil tüm İslami gruplar için sarsıcı olacaktır. Zira 79’daki İran Devrimi İslam Dünyası’na özellikle de Müslüman gençliğe bir efsane gibi anlatıldı. Müslümanlar, İran İslam Devrimi efsanesiyle büyüdü ve yetişti. İran Devrimi müthiş bir algı operasyonuyla Müslümanların, İslam’ın kutsalı haline getirildi ve İslam’la özdeşleştirildi. Onun için İran Devrimi’nin aleyhinde konuşmak sadece Şii mahallesinde değil sünni mahallesinde de imkansızdır ve çok risk taşır. Başta Suriye olmak üzere İslam Dünyası’ndaki son 5 senede meydana gelen gelişmeler İran Devrimi’nin maskesinin düşmesine ve gerçeğin görünmesine neden olmuştur. Bütün bunlara rağmen islami camiada İran devriminin islam devrimi olduğunu iddia eden, İran devrimini eleştirenlerini hedef haline getiren radikal bir kesim bulunmaktadır. Bu kesimin baskılarından bagımsız bir iran devri mi analizinde bulunacağız. Yaftalamadan okumanızı tavsiye ederiz. İnanın, gerçek bir tefekkür ve olaya başka bir açıdan bakmak, gerçeği görmemize neden olacaktır.
İran devrimi İslam devrimi mi, Şii devrimi mi yoksa Neoconların İslam dünyasını iyice karıştırmak ve daha kolay yönetmek için kurguladığı bir Pers devrimi mi? Aşagıdaki satırlarda bu sorunun cevabını çok açık bir şekilde vereceğiz.
İlk önce devrimi İran’da başarılı kılan etken ya da etkenlerin üzerinde duralım.Rejim değişikliğinin İslâmcılık’ın güçlü olduğu Mısır, Suriye, Ürdün’den ziyade ABD’nin ileri karakolu olarak bilinen İran’da meydana gelmesi, güçlü bir işçi sınıfına sahip Almanya’da beklenen sosyalist devrimin feodal yapının hakim olduğu Rusya’da gerçekleşmesinin yol açtığı çelişki ve şaşkınlığı doğurur. Şaşkınlık zamanla yerini sempatiye bırakır. O ana kadar yıkılmaz denilen rejimlerin prestijini yerle bir eden devrimin kazandırdığı coşku, dünya genelinde İslâmi Hareketlere müthiş bir motivasyon kazandırır. Devrim, birçok İslâmcı Hareketin daha ziyade iknaya dayanan metotlarını gözden geçirmesine neden olur. Zaten duyulan hayranlık, öne sürülen modelden ziyade başarıya ulaşılmasından, yani yıkılmaz denilen Şah rejimini devirmesinden kaynaklanıyordu.
Araştırmacılar, Sünnilerin imrenerek baktığı bu başarıyı büyük ölçüde İran’ı diğer bölge ülkelerinden ayıran Şii geleneğine bağlarlar. Onlara göre, başarı Şiilerin gerek başkaldırı anlayışı, gerekse bir bütün olarak hareket etmelerini sağlayan ulemanın hiyerarşik yapısı ve özerkliğinden kaynaklanır. Nitekim Humeyni İran’a dönmeden kısa süre önce (29 Aralık 1978) Fransa’da Hamid Alger’e verdiği mülakatta başarıda belirleyici olan bu etkenin altını önemli çizer: “İran’da hakim olan Şii mezhebi başlangıçtan beri belli ayırt edici özelliklere sahiptir. Diğer mezhepler, sapkın ve zalim de olsalar yöneticilere itaati öngörürken Şiilik onlara karşı direnmeyi öngördü ve onların yönetiminin gayri meşru olduğunu söyledi. İran dışında, Şiilerin olmadığı ya da azınlıkta bulunduğu ülkelerde yöneticilere olan önceki itaat geleneği muhafaza edildi. Şii akidesine göre ise yalnızca imamlar ya da onlar adına hareket edenler meşru otoritedirler; bunun dışında kalan tüm yönetimler gayri meşrudur. Bu akide tarih boyunca değişik yönetimlere karşı olan Şii ayaklanmalarında açığa vurulmuştur. Direniş bazen mümkün olabilmiş, bazı zamanlardaysa mümkün olmamıştır. Eğer şimdi İran halkı Şah’a karşı ayaklanmışsa, İslâmi vazifelerini yapıyorlar.” (Oliver Roy, Siyasal İslâm’ın İflası, Metis Yayınları, 1995, sh.224)
Tabiiki bu bakış açısı doğru değildir. Yukarı da bahsedilen iki öge Devrim’in başarılı olmasında önemli rol oynamıştır ama belirgin rol oynamamıştır. Devrim’in başarılı olmasında belirgin rol oynayan etken ABD ve Avrupa’nın verdiği destektir. Örtülü destek diyecektim amadestek o kadar açık ki örtülü demek çok doğru olmaz. İran Devrimi başarısını ABD ve Avrupa’nın verdiği destege borçludur. O destek olmasa İran Devrimi kesinlikle ama kesinlikle başarılı olamazdı.
Devrim’in Karargahı
İlk önce herkesin bildiği ama şimdiye kadar farklı açılardan bakmadığı somut bilgiler üzerinden gidelim. İran Devrimi’nin karargahı neresiydi? Yani Humeyni İran Devrimi’ni nereden yönetip yönlendirdi? Devrim başarılı olduğunda Humeyni İran’a hangi ülkeden geldi? Hepinizin bildiği bu soruların cevabı İran Devrimi’nin kim ya da kimler tarafından kurgulandığını net bir şekilde gösterir.
İran Devrimi’nin ana karargahı Paris yani Fransa idi. Humeyni tüm kurmay ekibiyle beraber İran Devrimi’ni Fransa’dan yönetip yönlendirdi. Bunu da gizlice degil açık bir şekilde yaptı. Nato üyesi ve bir ABD müttefiki olan Fransa bu konuda Humeyni’ye her türlü hukuki ve teknik yardımı sağladı. Devrim başarılı olduğunda, Humeyni İran’a Paris’ten kalkan bir uçakla geldi. Tüm bu aşamada Humeyni’nin güvenliğini Fransız istihbaratı sagladı. Fransa tüm bu yardımı Nato ittifakı çercevesinde yaptı. Bu kesin ve somut bilgiler bile İran Devrimi’ni derin Nato’nun kurguladığı bir gladyo projesi olduğunu göstermeye kafi. Ama biz diğer verileri vermeye ve farklı bir açıdan bakmaya devam edelim.
ABD’nin İran Şahına olan destegini çektiği ve İran şahını açık bir şekilde eleştirdiği herkesce malum. ABD bölgedeki ileri karakolu olarak gördüğü Şah Rıza Pehlevi’nin İranı’na 1978’den itibaren her türlü destegini kesti. ABD destegini çekmeseydi, İran Devrimi’nin teknik olarak başarılı olması imkansızdı. ABD’nin destegini çekmesi ve bunu resmi olarak açıklaması en başta devrimcilerin psikolojik üstünlüğü ele geçirmesine ve kitlelerin devrimcilere katılmasına neden oldu.
ABD sadece Pehleviye olan destegini çekmedi aynı zamanda devrime resmen yardım etti. İran Ordusu’ndan devrime ilk destek verenler hava kuvvetlerine bağlı subaylardı. Bu subayların hepsi ABD’de egitim görmüş ve ABD’nin güdümünde hareket eden kişilerdi. Son derecemodern olmalarına ve kişisel olarak İslamcı bir rejime karşı olmalarına ragmen, devrime katıldılar. Havacı subayların devrime katılması en büyük kırılmalardan biridir.
Devrim’in finansmanı da Batıdan karşılanıyordu. Devrimin finansmanı bizzat ABD’nin oluşturduğu bir fondan karşılanıyordu. Medya ayağını da batı kurguluyordu. Dünyanın en önemli tüm medya kuruluşları Humeyniyi kısa süre içinde dünyanın en karizmatik liderlerinden biri haline, daha düne kadar savundukları Şah’ı da Ortadoğunun en kanlı ve en zalim lideri haline getirmişlerdi.
Bu dönemde CİA ve Pentagon da üzerine düşeni yaptı. CİA Büyükelçiliğin İranlı ögrenciler tarafından işgal edilecegi bilgisini sakladı, yanlış yönlendirmelerle Büyükelçiliğin çok kolay bir şekilde işgal edilmesinin önünü açtı. Pentagon’a gelince, rehineleri kurtarmak için yapılan operasyonları bilinçli bir şekilde başarısız kılarak devrimin İranlıların ve Müslümanların gözünde efsane haline gelmesine çalıştılar.
Bu dönemde, Neokonların İran Devrimine destekleri açıktır. Neokonlar ABD adına bizzat Humeyni ile temasa geçerler. Elçilik rehinelerini ABD secimlerinden önce bırakmaması koşuluyla Humeyni’ye silah teçhizatı dahil her türlü yardımda bulunacağını vaat ettiler. Anlaşma saglandı. Humeyni sözünde durdu. Rehineleri nerdeyse 500 gün tutarak secimden önce serbest bırakmadı. Rehinelerin serbest bırakılmasını sağlayamayan Jimy Carter seçimi kaybetti, Neokon Ronald Reagan secimi kazandı. Şimdi sözünde durma sırası Reagandaydı. Humeyni secimlerden hemen sonra rehineleri serbest bıraktı. Reagan da Humeyni’ye söz verdiği gibi İran’a gizli kalmak şartı ile her türlü yardımı yaptı. Ayrıca Şah’a ABD’de oturum vermeyerek Şah’ın ülkesine tekrar dönmesine müsaade etmedi.
ABD-İran ittifakı 40 senedir derinleşerek devam ediyor. Söylemlere değil de eylemlere yoğunlaşırsanız, bu ittifakı çok net bir şekilde görebilirsiniz. Bu ittifak 1986’da olduğu gibi bazen medyaya da yansır. 1986’daki İrangate olayında ABD ve İsrail’in resmiyette düşman gördükleri İran’a silah satışında bulundukları ortaya çıktı.
ABD İranla olan gizli ittifakını nükler anlaşma ile resmileştirmiştir. ABD ile İran arasındaki bu derin ilişkiyi aslen bir İranlı Yahudi olan Seyyid Hüseyin Nasr ve oğlu Veli gerçekleştirir. Şah’ın kültür danışmanı olan Nasr, İran’ı Şah ile birlikte aynı uçakta terkeder. Şah’a bile sığınma vermeyen ABD Nasr ve oğluna sığınmanın ötesinde her türlü destegi verir.
O tarihten itibaren Seyyid Hüseyin Nasr ve oğlu ABD devletinin danışmanı olur. Hangi iktidar gelirse gelsin, Nasr ailesi devletin danışmanı olmaya devam eder. Seyyid Hüseyin Nasr ve oğlu özellikle ikinci Neocon iktidarından sonra ABD’nin Ortadoğu politikalarınınbelirlenmesinde çok etkili olmaya başlar. Afganistan ve Irak’ın işgali ile Afganistandan Lübnan’a kadar uzanan İran ekseni Hüseyin Nasr ve oğlunun projesidir.
Hüseyin Nasr aynı zamanda Fetullah Gülen’in de hocası ve amiri konumundadır. Dinlerarası diyolog fikrinin en önemli kuramcılarından biridir. Nasr’ın aşkın din projesi bir dinlerarası diyalog projesi olup yahudi ve Hristiyanların da ötesinde Hindu ve Budistleri de içinde barındırıyor.
Nasr ve oğlu için yukarıdaki satırlarda ABD devleti danışmanı demiştik. Evet aynen öyledir. Nasr ailesi devlet danışmanıdır. Oğul Bush’tan sonra gelen Obama döneminde de çok aktif olurlar. Obama’nın Ortadoğu’ya yönelik dış politikasını kurgulayıp yönlendiren odaklardan biri de Nasr ailesidir. Arap Baharı Projesi’ni başlatmak ta büyük ölçüde bu aile’nin fikri idi, tam yarıda bırakarak Ortadoğuyu özellikle de sunni dünyasını kaos içinde bırakmak, böylece Pers emperyalizminin tüm Ortadoğu’ya hakim olmasını sağlamak da bu ailenin projesiydi. Nasr ailesi Trump dışında tüm siyasilerle çok yakın ilişki içinde.
Sözde Düşman Özde Dost İki Devlet: İran-İsrail
İran Devrimi ve İsrail arasındaki ilişkiye gelince, bu konuda gerçeği görebilmek için her iki tarafın söylemine değil de eylemine bakmak gerekir. Bölümün başında kısaca değindiğimiz kadim Pers-Yahudi ittifak ve dostluğunu hiçbir zaman unutmamak ve bu konuya yönelik analizlerde devamlı göz önünde bulundurmak gerekir. Persler ve yahudiler tarih boyunca hep müttefik kalmış ve hiçbir zaman savaşmamışlardır. Bu ittifak devrimden sonra da devam etmiş günümüze kadar sürmüştür. İran ve İsrail 40 senedir karşılıklı olarak bir birlerini yok etmekle tehdit ederler, neredeyse hergün birbirlerine en ağır hakaretlerde bulunurlar. 40 senedir bu nefret söylemi hep teoride kalmış hiçbir zaman pratiğe yansımamıştır. Entebbe (1978-Uganda), Osirak (1981-Irak), Tunus ve daha bir çok operasyonunda olduğu gibi yüzlerce kilomet- re uzaktaki düşmanlarına bir çok askeri operasyon düzenleyen İsrail, baş düşmanı olarak gördüğü İran’a yönelik şimdiye kadar tek bir askeri operasyon düzenlememiştir. İsrail 40 senedir İran’ı tehdit eder ama ona yönelik hiçbir somut adım atmaz. Aksine yaptığı operasyon ve işgallerle İran’ın düşmanlarını zayıflatır, onun önünü açar.
Aynı tespiti İran için de yapmak mümkün. İran 40 senedir her gün “Kahrolsun İsrail” der ama şimdiye kadar İsrail’e füzeyi bırakın tek bir sapan taşı bile atmamıştır. İran İsrail’le mücadele etmek için 40 se- nedir Ortadoğunun dört bir tarafında kurduğu örgütlerle İsrail’e değil Sünni devlet ve Müslümanlara saldırmıştır. Afganistan’dan Lübnan’a uzanan Şii eksenini kurmak için ugraşmıştır. Kasım Süleymani ve Kudüs ismini verdigi özel birlikleri Golan, Gazze ve Batı Şeria’da İsraile karşı degil de Afganistan, İrak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de Sünnilere karşı savaşmaktadır.
Bu şaşırılacak bir durum degildir. İran tarih boyunca zaten hiç bir zaman gayr-i müslim bir güçle savaşmamıştır, hep Müslümanlarla savaşmıştır. İslam devletlerine karşı, Haçlı ve batılı işgalcilerle işbirliği içinde olmuş, İslam devletlerini hep arkadan hançerlemiştir.
Şu an Ortadoğu’da var olan istikrarsızlığın temel nedenlerinden biri Pers emperyalizmidir. İran 1979 Devrimi’nden sonra İran’ın tüm kaynaklarını Şiilik maskesi altında perdelediği Pers emperyalizminin yayılmasına harcar. İran Sunni coğrafyadaki tüm muhalif grupları eğitip silahlandırıp merkezi hükümete karşı kışkırtmaktadır. İran bunu Afganistan, Irak, Suriye ve Lübnan’da yaptı. Şimdi aynısını Yemen’de yapıyor. İran mezhep kisvesi altında İslam dünyasından Kadisiyyenin intikamını alıp eski Pers İmparatorluğu’nu kurmaya çalışıyor. Sakın abarttığımı düşünmeyin, zira bu satırları yazdığım şu sıralar, Afganistan, İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen gibi Sünni ülkeler İran’ın işgali altındadır. İran, şu an 4 Arap başkentini yönetiyor. 5. Arab başkentini yani Riyad’ı yönetmek için de düğmeye bastı. İran’ın şu an öncelikli hedefi Suud’u parçalayıp onun toprakları üzerinde iki Şii devleti kurmaktır. Bakalım bu amacına ulaşabilecek mi?
İran Şiilik adı altında gizlediği Pers emperyalizmini ilk Lübnan’da yaymaya çalışır. Bu amaçla devrimin hemen sonrasında Lübnan kaynaklı örgütler kurar. Kurduğu bu örgütler üzerinden ilk önce Lübnan’da etkin olmayı sonra da Lübnan’ı tamamen ele geçirmeyi başarır. İran Devrimi ve onun gerçek amacı olan Pers emperyalizminin gerçek yüzünü kavrayabilmek için İran’ın Lübnan’daki faaliyetlerini mercek altına almak gerekir. Zira Lübnan İran Devrimi’nin oluşturduğu ilk devrim protipidir. İran, bu prototipi şu an Ortadoğu’nun bir çok sünni ülkesinde uyguluyor.
İran’ın Lübnanda geliştirdiği devrim modeline yani Hizbullaha kısaca değinelim. Hizbullah hem devrim ihracı çerçevesinde hem de İsrail işgaline karşı mücadele amacıyla 1982’de İran tarafından kurulur. Lübnan’da İran İslam Cumhuriyeti’ne benzer bir modelin uygulanmasını talep eden hareketin liderliğine Emel’den ayrılarak Hizbullah saflarına katılan Hüseyin Fadlallah, askeri kanat sorumluluğuna da Hüseyin Abbas Musavi getirilir.
Hizbullah’ın İran uzantısı olarak hareket etmesi doğal olarak İran-ABD çatışmasını Lübnan’a taşır. Hizbullah bu çerçevede çok uluslu kuvvet şemsiyesi altında Lübnan’a giren ABD ile Güney Lübnan’ı işgal altında tutan İsrail hedeflerine yönelik sansasyonel saldırılarda bulunur. Çok uluslu kuvvetin çekilmesi üzerine eylem planlarında değişikliğe gidilerek CIA için çalıştığından şüphelenilen yabancı uyruklu kişiler kaçırılır. Rehineler İran aleyhinde hareket eden ABD ve İsrail’e karşı baskı unsuru olarak kullanılır.
ABD ve batı karşıtı bu eylemler Abbas Musavi’nin Hizbullah’ın lideri olduğu örgütün ilk yıllarını kapsar. Bu yıllarda örgüt kuruluş amacına uygun hareket eder, Batı ve İsrail’e karşı keskin bir mücadeleye girer. Uzlaşmaz tavrı yüzünden İsrail ve ABD’nin ölüm listesine giren Abbas Musavi, İsrail tarafından öldürülen bir örgüt üyesi için düzenlenen anma toplantısından dönerken İsrail helikopterlerinin saldırısına uğrar. Saldırıda Abbas Musavi, ailesi ve beş koruması ölür. Musavi’nin yerine Nasrallah secilir. Nasrallah’ın Hizbullah’ın başına geçmesiyle beraber örgüt ABD, İsrail ve Batıya karşı yaptığı silahlı eylemlere pratikte son verir. Bu dönemde Hizbullah daha ziyade Lüban iç siyasetine odaklanır. Siyasi, askeri ve sosyal örgütlenmesiyle devlet içinde devlet haline gelir. İsrail’e karşı direniş amacıyla kurulan örgüt Lübnan’da iktidarı ele geçirme üzerine yoğunlaşır.
Nasrallah söylemlerinde ABD ve İsrail’i çok sert bir şekilde eleştirir ama söylemlerindeki keskinliğini hiçbir zaman pratiğe yansıtmaz. İsrail’e karşı küçük birkaç operasyon dışında kayda değer hiç operasyon yapmaz. İsrail ise yaptığı müdahale ve operasyonlarla Hizbullah’ı Lübnan’da daha da güçlendirir. İsrail’in 2000 yılında tek taraflı olarak Lübnan’ın güneyini terketmesi Hizbullah ve onun lideri Nasrallah’ı islam Dünyası’nda efsane haline getirir.
Abbas Müsavi’yi ailesiyle birlikte yok eden İsrail Lübnan’ı bir çok kez bombalamasına rağmen Nasrallah’a yönelik hiç ciddi bir süikast girişiminde bulunmaz. Nasrallah on binlerce kişinin katıldığı mitinglere gelip ateşli söylemlerde bulunur, çok rahat bir şekilde Lüban’da dolaşır. ABD ve İsrail tarafından ciddi bir engelle de karşılaşmaz. Nasrallah da üzerine düşeni yapar. ABD ve İsrail karşıtı askeri bir örgütü sadece sünnilere karşı operasyon yapan, onları katleden bir terör örgütüne dönüştürür. Siyonistlerle savaşmak için eğitilen Hizbullah Militanları Şam, Halep, Hama ve Suriye’nin diğer bölgelerinde on binlerce Sunni sivili katleder.
Hizbullah’tan önce, daha doğrusu Hizbullah’ın başına Nasrallah geçmeden önce İsrail için en tehlikeli bölge Lübnan’ın güneyi idi. FKÖ ve diğer tüm gruplar İsrail’e yönelik saldırılarını buradan yönlendiriyordu. Nasrallah’ın Hizbullah’ın genel sekreteri olması ile birlikte Lübnan İsrail için en güvenli bölge oldu. Hizbullah’ın kontrolünde olan güney Lübnan’dan son 18 senedir İsrail’e nerdeyse tek bir kurşun bile atılmadı, hatta son senelerde tek bir sapan taşı bile atılmadı desek abartmış olmayız. Nasrallah’ın başında bulunduğu Hizbullah örgütü Güney Lübnan’ı tüm direniş örgütlerinden arındırarak İsrail için güvenli bir bölgeye dönüştürdü.
İsrail’in güvenliğine Hizbullah Örgütü ve onun lideri Nasrallah kadar katkı sağlayan ikinci bir isim yoktur. Nasrallah sert ve radikal söylemleriyle hem İsrail’e uluslararası arenada bahane ve meşruiyet sagladı hem de İsrail açısından en sorunlu bölge olan güney Lübnanı İsrail açısından en güvenli bölgeye dönüştürdü.
Kadim Pers-Yahudi Kardeşliği
İran-İsrail kardeşliğinin tarihi arka planına ışık tutacağız. Yahudi tarihinin en karanlık kesitlerinden olan Babil Sürgünü Pers hükümdarı Keyhüsrev’in Babil Krallığı’na son verdiği M.Ö. 538 tarihine kadar sürer. Keyhüsrev, İsrailoğulları’na vaat edilmiş topraklara dönmelerine izin vermesinin yanında Süleyman Mabedi’nden getirilen kıymetli eşyaları da iade eder. Huzur ve güven içinde yaşama teminatı alan elli bin kadar Yahudi harabe halindeki Kudüs’e geri döner. Zengin olanlar ise, dönüş iznine rağmen bulundukları yerlerde işlerinin başında kalmayı tercih ederek diasporanın ilk tohumlarını atarlar.
Geri dönenler Kudüs’ün yeniden inşasına koyulurlar. I. Darius’un da mali yardımıyla M.Ö 520’de yapımına tekrar başlanan Süleyman Mabedi M.Ö. 515’de tamamlanıp büyük bir törenle açılır. Her şeyin yolunda gitmeye başladığı bir sırada, İran Kralı Xerses zamanında tasfiye edilme riski ile karşı karşıya kalan İsrailoğulları, Kralın karısı Ester sayesinde bu büyük tehlikeden kurtulmayı başarırlar.
Yahudiler Persler sayesinde kaybettikleri herşeyi tekrar geri kazanırlar ve Pers hakimiyeti döneminde ikinci baharlarını yaşarlar. İşte bundan dolayı Kiros (Xerses) ve Perslerin Yahudi tarihindeki yeri çok farklıdır. Yahudiler, Perslerin bu iyiliklerini unutmayacak ve tarih boyunca her zaman Perslere yardım edecekler, onlara ayrımcılık yapacaklardır.
Bernard Lewis, Pers-Yahudi kardeşliğini Ortadoğu kitabında mü- kemmel bir şekilde dile getiriyor: “Kiros, Musevi’lerin İsrail topraklarına geri dönmelerine müsaade etti, Kudüs’teki tapınağın devlet bütçesi ile yapılması için emir verdi. Tevrat’taki Rosa’ya, Musevi olmayan başka hiçbir hükümdara gösterilmeyen ancak birkaç Musevi hükümdara layık görülen ölçüde büyük bir saygı gösterilmiştir. Babil’deki tutsaklığın ardından yazılmış olan işaya kitabının son bölümünde şu çarpıcı sözler yer alır; ‘(Ko- reş-Kirus) çobanımdır ve bütün muradımı yerine getirecektir, diyen veya Yeruşalim (Kudüs) için; Bina olunacaktır ve muhabbet için: Temelin atıla- caktır, diyen Rab benim.’ (İşaya 44:28). Hemen sonraki bölümde ise daha da ileri gidilmektedir; ‘önünde milletlere baş eğdirmek, …. için elini tuttuğu Koreşe (Kuris’a) Mesih’ine Rab şöyle diyor…’ (İşaya 41:1) (sayfa 36)
2500 yıl önce başlayan Pers-Yahudi kardeşliği günümüzde de devam etmektedir. Perde önünde atılan sloganlara değil perdenin arka- sında yapılan iş birliği ve ittifaklara bakarsak ilk etapta tezat gibi görünen bu ittifakı çok rahat bir şekilde farkedebiliriz.
Sonuç
İran Devrimi, İslami hatta Şii bir devrim değildir. Gladyonun İslam dünyasını bölmek ve daha iyi yönetmek için kurguladığı ve yürürlüğe koyduğu bir Derin Nato, Gladyo operasyonudur. İran devrimine illaki bir isim koymak gerekirse, Pers ya da İran Gladyo Devrimi demek daha doğru olur. İran; ABD, Avrupa ve İsrail’in bölgedeki en büyük müttefikidir, hatta onların ileri karakoludur. İran’ın ABD ve İsrail’e yönelik, İsrail ve ABD’nin de İran’a yönelik şimdiye kadar gösterdiği tepki taktik amaçlıdır, görünüş ve söylemle sınırlı kalmaya mahkumdur. Cumhuriyetçiler de Demokratlar da gizli İran hayranıdır ve İsrail’den sonra en fazla İran’a hayranlık duyarlar. İran’a karşı gösterdiği tepkide samimi olan tek kişi Trump ve ekibidir. Trump Cumhuriyetçi ve demokratların aksine İran’a sıcak bakmamaktadır. Trump’ın İran’a gücünün yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.
Kesin olan bir şey varsa, Persler ve Yahudiler (ibrani) dost ve müttefiktir. Bu tarih boyunca böyle olmuş, bundan sonra da böyle olmaya devam edecektir.
Bir yanıt yazın